Bilindiği üzere kültür, çok katmanlı bir kavramdır. Buna göre canlıların kolektif belleği, varoluş biçimleri ve yaratıcılıkları kültür tarafından kuşatılmıştır. Bir toplumun inançları, ortak davranış kalıpları, sembolleri, maddi ve manevi üretimleri yine kültür tarafından belirlenir. Başka bir deyişle, toplumları inşa eden programlama dillerinin çatısını oluşturur. Nesilden nesile aktarılan kültürel varlıklar yani maddi kalıntılar (arkeolojik buluntular) ve sözlü paylaşımlar (destanlar, bilmeceler) kişilerin dünyayı algılama filtrelerinin bileşenleridir.
Gelenekler ise kültürü yaşatan somut pratiklerdir. Oysa kültürlerin dinamik yapıları, etik değerlerle çelişen uygulamaların sona ermesini kaçınılmaz kılar. Başka bir deyişle, insan ve hayvan hakları ihlalleri, çevre tahribatı gibi sonuçlara yol açan geleneklerin sorgulanması gerekir. Örneğin insan ya da hayvan eti yeme ritüelleri (antropofaji, karnizm), boğa güreşi, kast sistemi ve çocuk evlilikleri gibi gelenekler, günümüzün etik anlayışına ters düşmektedir. Söz konusu etik değerler, evrensel, birleştirici ilkelerle uyumlu olan, doğru ve yanlış davranışları belirleyen temel prensiplerdir.
İnsanlar arası ve insanlarla diğer hissedebilir, duyarlı canlılar arası ilişkileri düzenleyen uygulamalar aynı zamanda, toplumsal adalet ve saygıyı şekillendirir. Öte yandan etik, toplumsal dinamiklerle daimi etkileşim halinde evrilir. Bir şekilde kişisel ve sosyal duyarlılıklar belirdiğinde, geçmişten gelen kalıpların kırılması gerekir. Örneğin işe alımlarda cinsiyet çeşitliliği ve eşitliği politikaları, ırkçılık karşıtı sözleşmeler, ücretsiz ve sömürüsüz (vegan) okul yemeği programları meydana getirilmelidir. Başka deyişle, gelenekler ne kadar köklü olursa olsun, yaşam hakkından daha önemli değildirler.
Diyalektik Etkileşim, İktidar ve Kimlikler
Birçok kişi hayatını çeşitli kimlikleri ezeli ve ebedi bir norm zannederek yaşar. Öyle ki bu kimlikler, kişilerin ve toplulukların seçimlerini ve davranış biçimlerini belirler. İnsanlar, tercihlerini kendilerinin belirledikleri yanılsamasına kapılır. Ancak şu ironiye bakın ki insanların en özel unsuru olan ismine bile kendisi dışındakiler karar vermiştir (genellikle). Dinleri, cinsiyetleri, tuttukları takımlar, sevdikleri yemekler, sevmedikleri kişiler, kültürler veya ülkeler, yine bu şekilde meydana getirilmiştir. Böylece insanlar, bir tür özgürlük hapisanesinde “uyanmış” olurlar.
Kimlik, sözcüğün kendisini ifşa etmesinden de anlaşılacağı üzere “kimim ben?” sorusuna verilen yanıt ya da yanıtlar bütünüdür. Öte yandan normal ve anormal kavramları, iktidar mekanizmasının toplumsal kontrol amacıyla kullandığı tarihsel ve kültürel araçlardır. Çok katmanlı olan kimlik kavramı kendisini kimi zaman psikiyatrik bir tanıda (histerik), cinsiyet kimliğinde (kadın, erkek, lgbti+), etnisite (Türk, Kürt) ve tür (hayvan, insan) gibi kategorilerde dışa vurur. Oysa tüm bu etiketleri 360° açıyla ve eleştirel bir tutumla incelersek, her bir kategorinin akışkan, geçişli ve tabii ki insanların kurgularının ürünü olduğu gerçeğine vakıf oluruz.
İnsanların bir kısmı, güvenli zannettikleri konfor alanlarından çıkmak istemezler. Çünkü, kendilerine dış uyaranlar tarafından işlenmiş hayali sınırların ötesine geçme cesareti gösteremezler. Eğer ezberlerini terk ederlerse, kendi hayal güçleriyle gerçekliği baştan yazacakları düşüncesi veya öncesindeki boşluk hissi korkutur bu kişileri ve toplulukları. Ne var ki söz konusu kişiler kendilerini, gerçekliği baştan ve tüm yaşam haklarını gözeterek yaratmayı başarmış olanlarla aynı dünyadadırlar. Dolayısıyla bir kişinin bile esareti, hepimizi etkiler. Bunun için bizler, insanların “özgürlük hapisanesinin” dışına uyanmalarını sağlamalıyız.
İçsel Sömürgecilik, Kolonyal Kavramlar Sistemi
Sömürgecilik toprakların yanısıra, zihinleri de fetheder. Kimlikler, kültürel kodların taşıyıcısı olarak, çeşitli tahakküm biçimlerini de içerir. Diğer bir ifadeyle kimlikler, iktidar ilişkileri tarafından inşa edilirler (postyapısalcılık, postkolonyalizm). Bu nedenle kendimizi sabit kimliklerle tanımladığımız sürece, iktidar mekanizmalarını üretiriz. Doğumumuzdan bu yana ince ince işlenen bilgi parçacıklarının büyük bir kısmı masum değildir. O halde bizlere düşen, otoriter rejimlere, baskıcı yönetim biçimlerine ve güç merkezli, hiyerarşik yapılanmalara hizmet etmeyen bilgilerin araştırmasını yapmaktır.
Karşılaştırmalı edebiyatçı, felsefeci ve aktivist yazar Maria Lugones, kolonyal cinsiyet sistemi teorisinde, ırk ve cinsiyetin iç içe geçmiş olduğunu ifade eder. Tabii ki bu sarmala tür kavramı da dahildir. Felsefede nominalizm de evrensel kavramların (tümellerin) gerçeği yansıtmadığına vurgu yapar. Örneğin Aristotelesçi (ἄριστοςτέλος) töz ve Platoncu (Aristoklēs, Ἀριστοκλῆς) ideal form iddialarının aksine Gongsun Long (公孫龍子), dilin (kavramların) gerçekliği değil, anlaşma araçlarını yansıttığını ifade eder. Başka bir deyişle, cinsiyet atfedilen bir kişinin fiziksel özelliklerine yüklenmiş tüm anlamlar yığınını değiştirebilmekteyiz.
Kategorileri ciddiye almadan kullanma becerisi geliştirmek, ırkçılık, türcülük, cinsiyetçilik gibi tahakküm araçlarını içeriden yıkar. Son tahlilde, kadın (erkek) olmak, etek giymek, makyaj yapmak, naif olmak gibi tekrarlanan sayısız jestle inşa edilir. Kendilerini nihai olarak sunulan erkek (kadın) kimliğiyle özdeşleştiren kişiler, toplumsal kodların sınırlarına takılarak, gerçek potansiyellerini keşfedemezler. Diğer bir ifadeyle bu kişiler kendilerini, somut hiçbir gerçekliği bulunmayan kavramlara kurban etmiş olurlar. Tabii ki her bir mikro kavram, bin yıllar boyunca üretilegelmiş makro bir gerçeklik evreninin temsilidir.
Evrimin Hediyelerini Kabul Etmek
Beynin evrimini incelediğimizde, sulara girmek durumunda kalırız. Nitekim beyin 500 milyon yıl önce, ilk defa balıklarda oluşmuştur. Buna göre “balık beyinli” demek suretiyle bu duyarlı canlılarla alay etmeye çalışan kişiler, kendi zekaları üzerinde düşünmeye çabalayabilirler. Balıkların ağrı reseptörleri (nosiseptör) vardır, stres hormonu (kortizol) salgılarlar, alet kullanır, işbirliği yapar ve kendilerine has kişilikleri olur (aynada kendini tanıma).
Şimdi, bir tahakküm aracı olarak üretilmekte olan insan merkezli (antroposantrik) filtrelerin ötesine bakma cesaretini gösterelim. 50 bin yıl kadar önce sembolik düşünceye merhaba diyen düşündüğünü düşünebilen insanlar bu gün yeni bir evrimsel sıçramanın eşiğindeler. Hatırlatmak isterim ki diğer hayvan kişilerinde de benzer sıçramalar olmuştur. Örneğin 0 (sıfır) kavramını idrak eden Alex’in (papağan) varlığı da “kuş beyinli” söylemiyle karşısındakini aşağılamaya çalışan kişilerin, kendi zeka kapasiteleri üzerine çalışmaları için bir uyarı niteliğindedir.
İnsanların dili ve sanatı eşsiz değildir. Herkesin varlığı ve kendisini ortaya koyma biçimi eşsizdir. Tüm kümeler aslında geçişlidir. Bazı insanlarla bazı insan olmayan hayvanlar, “kendi türlerindekilerle” olduklarından daha iyi anlaşırlar. Öte yandan iki farklı türden hayvan, empati yeteneği, duyarlılık ve bağ kurma bakımından, “kendi türlerindeki” kişilerden çok daha fazla ortak noktaya sahip olabilir. Örneğin stresli arkadaşlarını sakinleştirmek için davranan duyarlı bir tavukla, aynı eğilimde olan bir insan, kendilerine benzemeyen türdaşlarından çok daha açık biçimde birbirlerini anlayabilirler. İşte bu ikiliyi tür, cins gibi kavramlardan soyutlayarak, kendine has özellikleri olan kişiler olarak idrak ettiğimizde, evrimin hediyesini kabul etmiş oluruz.
Eşduyur ? ve Homo Sapiensi Aşmak
Dil aslında canlıdır, donuk değildir. Duyum sözcüğündeki “-um” eki statik bir halken, “-ur” (Öz Türkçe fiilden isim yapım eki) dinamiktir. Başka bir deyişle eşduyum sözcüğü teorik olarak anlamaya karşılık gelirken, eşduyur eylemsel, aktif bir empatiyi ifade eder. “Duy-ur” → Duyumsayan, hisseden, yönelerek çözüm üreten ve paylaşan anlamındadır, “sez-er”, “bil-ir” gibi fiilin sürekliliğini vurgular. O halde insanların evrimsel zirvesi muhakeme yeteneği değildir (diğer hayvanlarda da var). Esas mesele, kendi sınırlı dil, düşünce (kavram) dünyasının ötesine geçebilmelerindedir. Önemli olan diğer hissedebilir, duyarlı canlıların dillerini (ifade biçimlerini) kavrayarak, yaşam ve yoldaşlık haklarını teslim etmektir.
Düşünüyoruz öyleyse yokuz. Bilindiği üzere Descartes düşünceyle var olmayı bir tutmuştur (cogito ergo sum). Oysa düşünceler yani onları oluşturan güç (iktidar) merkezli yapı, var olanlarla ve tabii ki kendimizle aramıza hapisane demirleri örer. Kişi kavramının da tarihsel ve dilsel bir inşa olduğunu bildiğimize göre, “düşünüyorum öyleyse varım” ifadesindeki benlik kurgusunu tanıyabiliriz. Öte yandan artık kavramların nihai olmadıklarını bildiğimize göre, onların esaretinden kendimizi kurtarabiliriz. Başka bir deyişle akışkan merkezkaçlar, mevcut ilüzyonu bükebilmemize olanak verir. Böylece gerçekliği sıfır noktasından yola çıkarak yeniden deneyimleyebiliriz.
Eşduyum, karşısındakinin duygusunu içselleştirse de eyleme geçmeyen bir halin temsilidir. Eşduyur sözcüğü ise duyurmak fiilinden ötürü bir dışavurum, yönelme içerir. Başka bir deyişle, hissetmekle kalmıyor, duyuruyor ve eyleme geçmeyi temsil ediyor. Buna göre eşduyur, insanların kendilerini yalnızca anlamaya değil, anladığını duyurmaya, dönüştürmeye adaması anlamına geliyor. Derrida’nın vurguladığı gibi, hayvan diye bir şey yoktur; onun yerine sayısız, çok sesli, çok biçimli varlıklar mevcuttur. Ne var ki Derrida eşduyum ve eş duyur ayrımına iyi bir örnektir. Başka bir deyişle, hayvanlara yöneltilen şiddeti kavramsal olarak çözümler fakat bu farkındalık parçasının pratik sorumluluğunu üstlenmez. Onları ve kendilerine ait olan çıktılarını tüketmeye devam ederek, şiddetin üreticilerinden olmayı seçer.
Homo Sensitivus, Sahānubhūti (Empathicus)
Düşünen, akıllı insan gibi anlamlara gelen, kartezyen düşünceye ait, özne-nesne ikiliği gibi kutupları üreten, sınıflandırarak kontrol etmeye odaklı bir temsildir Homo Sapiens. Homo Sensitivus ise kavramlardan öte, temasa, insan ya da insan olmayanlarla eşleşme kapasitesine naildir. Sensitivus, bilişsel çelişkileri, yaşantısal yarılmaları üreten yapıların çözüldüğü alandır. Sapiens’in gürültüsünü, düşüncenin, kavramların tahakkümünü aşmıştır. Sensitivus birisine baktığında, diğeri de ona bakar, sınıflandırmadan eşlik eder, kavramsallaştırmadan bedeniyle deneyimler. Onun için artık bir tavuk sadece bir tavuk değil, kendisini gören, duyan, deneyimleyen, hisseden, bağ kuran değerli bir varolandır.
Öte yandan Latince’nin iktidarını da ortadan kaldırarak, dili merkezsizleştirmek gerek. Bunu yaparken onu ne yermeli ne de yüceltmeliyiz. Şu halde birlikte deneyim, beraber hissediş anlamına gelen Sanskrit dilinden Sahānubhūti (sahā+ānubhūti) sözcüğüne yönelelim. Burada başkasının deneyimi içtenlikle paylaşılır ve temasın sıcaklığının, gerçekliğinin altı çizilir. Homo Sensitivus kendisini kavramların yanıltıcı hapisanesinden kurtaran, bir başkasının acısına hayıflanmak yerine ona eşlik eden, onunla etkileşen, onunla birlikte ve onun için değişen dönüşendir. Homo Sensitivus o ve ben, hayvan ve insan, kadın ve erkek, çocuk ve yetişkin gibi tüm yapay ikiliklerin, karşıtlıkların zincirlerini sakince boynundan çıkartmıştır.
Farkına varıldığı üzere, tümevarımsal genellemeler (tümeller) tekil varolanları tanımlamak bir yana dursun, onların biricikliğini yadsır. Günümüzdeki şiddet örüntülerini dikkatli bir biçimde takip ettiğimizde, insanların bir kısmının bu hayali ve ayrıştırıcı kategorileri gerçek zannettiğine tanık oluruz. Oysa akışkan bir dünyada, doğada sabit herhangi bir unsur yoktur. Her şey her an birbirine dönüşmektedir. Bu nedenle ülkelerin, ırkların, türlerin, cinsiyetlerin sabit olduğuna inanmak ve bunlardan biri ya da birkaçında yuva yapmak, insanla yaşam olarak iki kutup meydana getirir. Oysa varoluş bütündür (Advaita Vedanta, Süreç Ontolojisi).
Heteronominin Terki, Dayanışmacı Otonominin Tayini
Deniz ve tarih aşırı felsefelerin, öğreti, uygulamaların onca yıkıma, savaşlara rağmen günümüze kadar gelebilmesi tesadüfi değildir. Kadim uygulamaların, bilgilerin, soruların ve cevapların çağları aşarak bize ulaşmaları, ne kadar dirayetli ve işlevsel olduklarının bir göstergesidir. Nitekim burada vurgulanması gereken soyut kavramlar değil de somut kişilerin bu bilgileri binbir emekle ortaya çıkartıp, yaşamlarında performe edebilme cesaretini göstermeleridir. Bu şekilde her türlü esaretin bedelini ödeyip, özgürleşebilmişlerdir. Bu özgürlük ne bir kültüre, ne geleneğe, ne cinsiyete, ne de türe özgüdür. Özgürleşme sadece özgürlüktür işte.
“Yukarıya özgü” algılar bizleri, kafamızı, aklımızı karıştırır. Göğe, akla aşırı önem yüklemek, dengesizlik ve de uyumsuzluk meydana getirir. Eller sadece gökyüzüne doğru açıldığında, yeryüzü ile diğer tüm yönlerin varlığı yadsınmış olur. İkili sistemlere göre gök, pater (kural koyan, otorite) yani baba sözcüğüyle, yer ise mater (besleyici, doğurgan), madde yani anne sözcüğüyle karşılanır. Buna göre çoğunlukla yeraltı dişil, pasif, karanlık, kaotik, tekinsiz ve tehlikeli gibi unsurlarla temsil edilir. Yerüstüyse düzen, aktif, hükmeden gibi niteliklerle eşleştirilmiştir. Bu teogonik temalar, batı-doğu, erkek-kadın, iyi-kötü gibi kutuplaşmaların da temsilidir.
Gerçekte ne yukarısı vardır ne aşağısı, ne doğu ne batı, ne kadın vardır ne erkek, ne hayvan vardır ne de insan. Dolayısıyla bu dogmatik kurgular derin düşünce, dalınçla (meditasyon) birlikte çırılçıplak kalırlar. En son üfleyecek bir toz bile kalmaz ortada. Artık dışsal otoritelerin (bağımlılık, heteronomi) aslında içlerimizde kök salmış olduğunu fark etmiş oluruz. Akabinde içsel çözülme meydana geldiğinde, bizlere “öteki” olarak tanıtılmış olan her hissedebilir, duyarlı canlının biricikliğini fark ederiz. Tam bu noktada idealar, kavramlar, nesneler simülasyonu çöker, etten, kemikten, duyarlılıktan, histen oluşmuş varolanlarla doğrudan temas ederiz. Artık “ben bir balığa baktığımda, o da bana bakar”.
Özgünlükle Özgürleşmenin Anahtarları
Özgünlüğümüz, özgürlüğümüze ulaştıran yollarla bağlantılıdır. Etimolojik olarak özgünlük veya otantiklik (authentikos, gerçek) aslına uygun olmaya karşılık gelir. Toplumsal mekanizmaların sürekli bir biçimde dayattığı kimlikleri, belirli metodları uygulayarak çözebilmek ve bir daha da bunlardan etkilenmemek mümkün. Bunun için öncelikle kültürel sömürgeciliğin (cultural appropriation, temellük) farkında olmak gerek. Başka bir deyişle halkların hafızaları, geleneklerin, sembollerin baskı ve şiddet göstererek dayatılmasıyla çalınır. Çağımızın semavi dinlerine baktığımızda bu mefhumu kolaylıkla fark ederiz. Oysa bu dinlerin isimleriyle de anılan felsefi çabalarda, bu şekilde bir dogmatizm ve fanatizmle karşılaşmayız.
Kimliklere yapışmadan, onları aşkın biçimlerde ve kavramlarla adeta oyun oynayarak yaklaşabilmenin önemini hatırlatmak isterim. Bu bağlamda Türkiye olarak adlandırılmış toprak parçasında yaşayan Kürtler, Ermeniler, Lazlar gibi kimliklerden sadece biri olan Türkler’e atfedilmiş gelenekleri de sorgulamak gerek. Nitekim ülkeye ismini vermiş olan Türk’lerin, kendi kültürlerinin parçası olarak benimsedikleri gelenekler de yukarıda bahsettiğim kültürel sömürgecilik sonucunda yerleştirilmiştir. Bu kimlikle eşleştirilmiş olan, din olarak İslam kimliğinden önce Mani, Buda ve daha nice felsefi, uygulamaya dayalı yaklaşım vardı. Öte yandan bu öğreti, felsefe ve uygulamalar günümüzde hala varlıklarını sürdürmektedir.
Dünyada esas hassas olan mesele kimlikler değil, hissedebilir ve duyarlı canlıların kendisidir. Millet sözcüğü Osmanlı’da gayrimüslim dini gruplar için kullanılan Arapça milla (din, topluluk) kökünden gelir. Fransız devrimiyle birlikte (1789) seküler ulus anlamında kullanılmaya başlanır. Öte yandan 1924 anayasasıyla birlikte millet sözcüğü Türk ulusunu tanımlamak için kullanıldı. 1980 Darbesi sonrasındaysa millet sözcüğü tehlikeli bir forma dönüşür. Nitekim 1982 anayasasıyla birlikte bu kavram etnik çeşitliliği yok sayacak şekilde homojenleşir. Örneğin “milletimizin değerleri” gibi bir söylem yalnızca Sünni-Türk milliyetçiliğini kapsar. Dolayısıyla millet sözcüğü, siyasal iktidara sadık olanları temsil ederek, faili meçhul cinayetler ve kaybetmelere, işkencelere çanak tutacak hale evrilmiş olur.
Görüldüğü üzere hangi bağlamda olursa olsun kimlikler artık baskı araçlarını temsil etmektedir. Postyapısalcı, queer teori ve eleştirel sosyal kuram çerçevesinde bu kategoriler, doğal veya evrensel değil, tarihsel, sosyal ve iktidar ilişkileri tarafından inşa edilmiş mefhumlardır. Bu kavramlar küresel çeşitliliklere tabii olsalar da ortak mekanizmaların ürünüdürler. Tüm bu Sünni-Türk milliyetçiliği kurgusunun dışına çıktığımızdaysa, dogmaların, baskıların ötesindeki çözüm araçlarına ulaşmış oluruz. Orta Asya Türk Boyları, İpek Yolu aracılığıyla Çin ve Hindistan ile ticari, kültürel temaslarda bulunmuştur. Bu süreçte Sanskrit, Palice ve Çince metinlerden çeviriler yaparak, Buda okulu bilgilerine ulaştılar. Arkeolojik kayıtlar incelendiğinde söz konusu dönemin, entelektüel ve sanatsal bağlamda bir tür kreşendo olduğunu fark ederiz.
Dinsiz, Yaratıcısız Felsefi Uygulamalar Bütünü ve Türkçe Nirvana
Buda okullarına temel oluşturan Hint felsefesi, Astika (Ortodoks) ve Nastika (Heterodoks) gelenekler olarak iki ana grupta incelenebilir. Nastikalar bir yaratıcının (tanrı) varlığını tanımaz ve Hinduculuğun kutsal metinleri olan Veda’ların otoritesini kabul etmeyen okulları kapsar. Astikalar bir yaratıcı (İshvara) ya da kozmik düzen (Rta) fikrini kabul eder. Nastikalar ise yaratıcı kavramını kimi zaman tamamen yok sayarken kimi zaman önemsizleştirir. 3 Büyük Nastika Buda, Jaina ve Charvaka ekolleridir. Biz bu okullardan en çok Buda ekolü üzerinde duracağız çünkü bu çatı oluşum, dallanıp budaklandığı yerlerde güçlü dönüşümler meydana getirmiştir.
Kadim Uygur Türklerinde Seli Tutuŋ kombinasyonu, Buda okulu metinlerini Çince, Palice, Sogdca, Toharca, Sanskrit gibi dillerden Türkçe’ye çeviren keşişlere tekabül eder. Bu tercümanların en önemlilerinden birisi olan Şingko Seli Tutuŋ gibi isimler, sivil ya da keşiş kimlikleriyle, önemli tercümeler meydana getirmiştirler. Bunlardan bazıları, Altun Yaruk Sudur (Altın Işık Sutrası, Suvarṇaprabhāsa Sūtra), Sekiz Yükmek (Sekiz Bölüm), Maitrisimit (Maitreya’nın Görünüşü, Kalyanamkara ve Papamkara’dır (İyilik Yapan ve Kötülük Yapan). Söz konusu metinlerin bir kısmıysa, Zen olarak bilinen kelimelerin, kavramların ötesinde bir hakikate vurgu yapan ekole temel oluşturmuştur.
Sūtra, Sanskrit dilinde “ip, dizi, bağlayıcı şey” anlamlarına gelir. Başka bir deyişle Sūtra‘lar öğretileri ve düşünceleri birbirine bağlayan metinlerdir. Türkiye’ye sudur olarak geçen bu metinler, Buda’nın öğretilerinin yazıya geçirilmiş halleridirler. Öte yandan Sogd kökenli olup Uygur alfabesiyle yazılmış bu eserler edebi ve dilbilimsel hazinelerdir. Özgün yapıya sadık kalınsa da terimler Türkçe’ye uyarlanmıştır. Nirvana yerine yokluk, karma yerine yazgı gibi kavramlar kullanılmıştır. Sözünü ettiğim eserlerin bir kısmı Zen’in kaynağını aldığı metinlerdir ve bizlere tarih ötesi önemli çıkış anahtarları sunar. Her türlü kavram iktidarından özgürleşmenin yolunu açar.
Ne Çizgisel Ne Döngüsel: “2000 Sonrası Türkiye”den Spiral Takvim ve Zaman Algısı
Tarihler ve rakamlar da insanların evreni, dünyayı anlamlandırma çabasına dahildir. Üstelik günümüzün zaman algısı, teolojik bir kurgudan ibarettir. Dikkatli incelersek Hicri Takvim (622, Lunar, Ay) Muhammed diye bir insan, Miladi Takvim (Gregoryen, Roma), yaratıcının çocuğu olduğu iddia edilen İsa isimli bir insan referans alınarak inşa edilmiştir (İ.Ö-İ.S). Öte yandan Hicri Takvim mevsimlerle senkronize olmadığından Osmanlı’da kullanılan Rumi Takvim (Güneş ve Hicri) gibi farklı takvim sistemleri de oluşturulmuştur. Sıklıkla Çin, Japonya’yla birlikte civar ülkelere atfedilen, aslında Türk kültürünün önemli bir parçası olan, doğayla uyumlu olduğu şekilde insan merkezli olmayan 12 Hayvanlı Takvim de bu sistemlerden birisidir. Görüldüğü üzere kurgu da olsa, bu sistemlerin bizlere faydası ya da zararı dokunabilmektedir.
Sınırları belirlenmiş hayali ülkelerden birisi olan Türkiye, genellikle Müslümanlıkla eşleştirilse de, Hristiyanlığın takvim sistemini kullanır. Ülkenin kafa karışıklığına baktığımız zaman (diğer ülkelerde de farklı değil), kendilerini bu montaja kaptıran insanların kafalarının karışık olmamasının imkansızlığını fark ederiz. Söz konusu çelişki, politik bir zemine dayanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1 Ocak 1926 yılında miladi takvime geçmesiyle birlikte, bu sistem genel kabul gördü. Dikkat edilmelidir ki aynı dönemlerde, modernleşme ve Batı’lılaşma adı altında pek çok ülke bu takvimi kabul etti. Şu dönemde Türkiye’de yaşayan insanların bir kısmı Ramazan bayramı gibi dini günleri yaşatarak, sembolik manada Hicri takvimden yararlansa da resmen 1446 değil, 2025 yılına yani İsa’nın doğumuna göre yaşayıp hayatını planlar.
12 Hayvanlı Takvim sisteminde zaman döngüseldir, 12 yılda bir aynı sembol tekrar eder. Her yıl farklı bir hayvan, element ve enerjiyle temsil edilir. Bu sistem, çizgisel zaman algısına sahip ve insan merkezli olan, zamanı sadece işe gidip gelme ya da dogmatik sistemlere hizmet etme rutini olarak tasarlanmış sistemlerin gölgesinde bırakılmıştır. Yine de biz ne döngüsel ne de çizgisel bir zamana vurgu yapıyoruz. Nitekim küçük ya da büyük ölçekte, tekrar edilen şeyler aslında aynı kalmaz. Bir çiçek açar, solar bu bir devridaimdir fakat çiçek de toprak da her seferinde değişir, dönüşür. O halde Zen temelli bir takvim sistemi düşlediğimizde, bir başlangıç ve bitişi olan veya tükenmekte olan bir kaynak olarak algılanmayan bir sistem imgeleriz.
Zaman algısını değiştirmek tabii ki kişilerin yaşamla, dünyayla ve kendileriyle olan ilişkilerini de değiştirir. Örneğin hayvan kişilerin insanların rastlantısal gelenekleri için psikolojik ve fiziksel şiddete uğratıldığı, öldürüldüğü Kurban Bayramı, Noel ya da Paskalya gibi kutlamaları unutturur. Başka bir deyişle toplumun kolektif hafızasını, ritüellerini ve yaşama yaklaşım tarzını belirler. Bu farkındalık, artık çözülemeyecek kadar birbirine yapışmış düğümün ifşasıdır. Bu gelenekler, sözünü ettiğim kavram dünyalarında, kavram dünyaları da bu geleneklerde kök salmıştır. Momo’nun yazarı Michael Ende’nin Özgürlük Hapisanesi kitabında da sözünü ettiği gibi, “gerçek hapisane onun farkında olmamaktır”. O halde hapisane hayali olduğuna göre, onun materyaline takılmaya, parmaklıkları tek tek sökmeye çalışmakla uğraşmaya gerek yok. Ancak zihinsizlikle, kabustan özgürleşilir.
Zen’in Doğduğu, Türkçe’de Karşılığı Olan Sutralar (Sudurlar)
Zen tüm kutsal ya da sıradan sayılan metinlerin ötesine geçse de bazı sutralardan evrilmiştir. Bu ekolün tohumlarının saçıldığı Sanskrit dilindeki karşılığı, meditasyon veya derin konsantrasyon anlamına gelen Dhyāna’dır. Palice’de Jhāna olan sözcük Çince’ye Chan, Korece’ye Seon, Vietnamca’ya Thiền, Tibetçe’ye Samten olarak geçmiştir. Bu ekole kaynaklık eden Prajñāpāramitā Sutralarından Sekiz Basamaklı Asil Yol (Sekiz Yükmek, Aṣṭāṅga Mārga), Altın Işık Sutrası (Altun Yaruk, Suvarṇaprabhāsa Sūtra), Maitreya’nın Görünüşü (Maitrisimit) İslam öncesi Türk boylarında, Türkçe’ye çevrilmiştir. Uygur Türkçesi’nde fragmanları bulunan Pratyutpanna Sutra (anın farkındalığı) ve diğer metinler Zen’de etkili olan yaklaşımların köklerini oluştururlar.
İslam dışı Türk Buda okulları içerisinde temsil edilen Mahāyāna anlayışı, kadim Türkçe metinlerde derinlemesine işlenmiştir. Söz konusu okul, deneyimi öncelediği için, dogmaların ötesindedir ve çok zengindir. Yine de Türkçe’nin İslam diniyle karışmadan önceki kavramsal gücüne de dikkat çekmek isterim. Örneğin, “yoğ” sözcüğü boşluk, hiçlik, sessizlik, özsüzlük gibi çoklu anlamlar içermektedir. Öte yandan sözcüklerin türetilebilirliği, kavram üretme esnekliğine karşılık geliyor. Başka bir deyişle derin anlam katmanları hem dilin hem de düşünce ve eylem evrenlerini dogmalardan uzak tutuyor. Buda okullarının en temel kavramlarından olan boşluk (śūnyatā) kadim Türkçe bir cümlede şöyle geçer; “Özin körür kişi, yoğlığını bildir. (Kendisini gören kişi, yokluğunu bilir.)”
Dil düşüncenin, düşünce de dilin evrenidir ve evren eylem halindedir. Çabasız çaba (wu wei) ve eylemsiz eylem Zen’se o halde Ejderha ne? Arandığı için bir türlü bulunamayan, arayış bitince de uyanılandır. Bu bağlamda zihinsel çalışmalar yani teoride kalan fikirler ve düşünceler, hiç doğmamış hayaletlerdir. Öte yandan Mahāyāna Buda ekolü mutfağı shōjin ryōri şiddetsizlik (ahimsa) ilkesine dayanır. Dolayısıyla hissedebilir duyarlı canlıları yani hayvanları doğrudan veya dolaylı bir biçimde sömürenlerin, her yemekte bıçağı kendilerine de sapladıklarını öğretir. Japonya’da Sōtō Zen ekolünün kurucusu, sevgili Dōgen Zenji’ye göre aşçının zihni, yemeğe de aktarılır. Erik Köyü (Plum Village) isimli bir Zen merkezinin kurucusu Thích Nhất Hạnh, gerçek sevgi ve şefkatin, tabağımızdan başladığına vurgu yapar. Bir başka anlatımla, tevazu insanları aştığında, farkındalık kavramlardan taştığında, yaşatmanın yaşamak olduğu idrak edilir.
Son sÖz
Kozmos (Cosmos, 1980) belgesel dizisinin yaratıcılarından birisi olan astrobiyolog ve gök bilimci Carl Sagan’ın deyişiyle, “hepimiz yıldız tozuyuz”. Buna göre evrendeki her ama her şeyle ortaklığımız var. Daha açık bir biçimde, elementlerin ana kaynağı, yıldız içi füzyon reaksiyonları ve süpernovalardır. Öte yandan canlıların birbirlerine devrettiği biyolojik kodlar (DNA, RNA) göstermektedir ki, Dünyadaki tüm canlılar, genetik bağlamda akrabadırlar. “İnsan türü”nün tümüne atfedilen üstün mantıksal düşünme soyutlama becerisi aslında eğitim, kültür, nörogelişimsel faktörlere göre şekillenir. Nasıl ki sömürgeci devletler, sömürdükleri kültüre mensup insanların dünyayı algılama biçimleri ve zekalarıyla ilgili ahkam kesiyorduysa, şimdi de diğer hayvanlar için aynısı yapılıyor. Sömürgeci merkezli testlere tabii tutulan insanlar konusunda nasıl yanılındıysa, insan olmayan hayvanlar hakkında da aynı şekilde yanılınmaktadır. Nöroçeşitlilik insan olmayan hayvanlar arasında da vardır.
Buda okullardan dallanıp budaklanarak Buda kavramını, kutsal metinleri aşan zazen gibi metotlar (ejderha), zihnin, kavramsal sınırlamaların ve yanılsamaların ötesinin deneyimlenmesinin yoludur. Bu şekilde kişi kendini sabit bir şey olarak değil (ego), tüm fenomenlerle bağı olan, akışkan bir parça olarak deneyimler. Burada mutlak yokluk (anlamsızlık) olarak algılanan bir nihilizmden söz etmiyoruz. Aksine dinamik bir özsüzlük, sabit bir merkeze sahip olmama söz konusudur. Başka deyişle varlıklar (var olanlar) birbirlerine bağlıdırlar ve birbirlerine dönüşmektedirler. Dolayısıyla kendi dışımızdaki duyarlı, hissedebilir bir canlıya yönelik dolaylı veya doğrudan verdiğimiz zarar ya da desteği esasen kendimize yöneltmiş oluruz.
Boş (śūnya) olma anlayışı günümüzün agresif, saygısız, şiddet temelli ve dogmatik yaşam kurgularını değiştirme özgürlüğü verir bizlere. Buna göre süreksizlik (anicca) ve özsüzlük/bensizlik (anatta), varlıkların kalıcı bir yapıya sahip olmadığını ifade eder. Sürekli değişim, kesintisiz akışlarla bağımlı ortaya çıkış (pratītyasamutpāda) ve bu süreklinin içerisindeki süreksizlik paradoksu bizlere çıkış yolu sunar. Daha açık bir anlatımla, geleneksel olarak değişmez gibi algılanan dinsel, kültürel, beslenme alışkanlığı yani toplumsak yapıların da esasen zamana, koşullara ve de kişilerin tutumlarına bağlı olarak değiştirilebileceğini, dönüştürülebilineceğini gösterir bizlere. Tüm bu inançlar, insanların yorumlarından beslenmektedir ve mutlak gerçeklikleri yoktur. Daha net ifadeyle, bizler hammaddede bilinçli değişiklikler meydana getirebiliyor, gerçekliği emekle dönüştürebiliyoruz.
Zen’in (Mahāyāna, Büyük Taşıt) temelinde, aydınlanma (satori, nibbana, nirvana, sönümlenme) yani buda doğasının (tathāgatagarbha, buddha nature) sadece insanlarda değil, tüm duyarlı ve hissedebilir canlılarda olduğu deneyimi bulunur. Evrendeki her unsur temelde aynı elementlerle yoğrulmuş olsa da hissedebilirlik (sentient beings), bilinç (citta), algılama (vijñāna) düzeyi, kaçınma tepkisi gibi özelliklerden ötürü duyarlı insanlar ve insan olmayan hayvanlar zihinsel-ruhsal yönü de içerirler. Bu sebeple su içtiğimizde, nefes aldığımızda mikro canlıların ölmesiyle, bağ kuran, korku, ıstırap, mutluluk, yüksek zekayla yoğrulmuş canlıların ölümüne doğrudan veya dolaylı (onları yiyerek, kendilerine ait çıktılarını çalmak için sömürerek) olarak neden olmak aynı kulvarda değildir. Önemli olan gereksiz yere zarar vermemek, kendimize yalan söylemeden (bilişsel çelişkiler) farkındalıkla, mümkün olduğunca şefkatli (karuna) biçimde yaşamaktır.
“Tıpkı gökyüzünün uçsuz bucaksız olması gibi, tüm canlıların âlemi de sınırsızdır. Bir Buda, her bir varlığın da özünde sınırsız potansiyele sahip olduğunu görür; çünkü bütün varlıklar, onların doğasını bilip anlayan gözle bakıldığında, Buddha-doğasına sahiptir.” Bu kısım, İslam öncesinde (pre İslam) kadim Türkçe’ye (Uygur) bir kısmı çevrilmiş olan Çiçek Süsleme Sutrası’ndandır (Avataṃsaka Sūtra, Hua-yen Sutra). Tüm bu bilgilerle birlikte, İslam sonrası (post İslam) günümüzde dogmatizmin, insan ve güç merkezli dinlerin, sistemlerin dünyaya ve duyarlı, hissedebilir canlılara ne yaptığı karşılaştırılabilir artık. Ejderhane’de tüm derinliklerde, yüzeylerde, yüksekliklerde, hissedebilir duyarlı canlıların tümünü önemseyerek korkusuzca gezineceğimiz nice deneyimde yeniden görüşmek üzere. Uyanmış olanlar, uyuyanları uyandırsınlar. Sevgilerimizle, Ejder (-ha).