Giriş
Günümüz Türkiye’sinde okullarda felsefenin doğduğu yer olarak kadim Yunan, devam ettiği hat olarak da Avrupa gösterilir. Bir de bu ideolojik anlatıya “mitostan logosa geçiş” hikâyesi dahil edilir. Bu anlatıya göre efsaneler bir kenara bırakılıp akıl yoluyla düşünülmeye başlanmış ve felsefe meydana gelmiştir. Peki bu anlatı gerçeği mi yansıtmaktadır yoksa entelektüel bir sömürgecilik çeşidi olarak, ideolojik bir hedefle mi kurgulanmıştır?
Nitekim bu tekelci ve merkezi bakış, düşünce ve uygulamaya dayalı tarihini daraltır. Öte yandan mitolojinin miadı dolmuş masallardan ibaret olduğunu iddia etmek, okyanusları çimentoyla doldurmaya benzer. Böylece daracık denizleri ve gölleri yaşamın tümü sanabiliriz. Böylelikle klostrofobi geliştirebilir, kendimizi kapana kısılmış hissederek görebildiğimiz denizleri, gölleri de kurutma yoluna gidebiliriz. Metaforik olduğu kadar gerçek olan bu ifadeyi yeniden okuyarak, okyanusları özgürleştirebilmek mümkün. Haritanın tümünün seçilebildiği bir atmosferde, kurumaya yüz tutmuş denizler ve göller de temiz suyla dolabilirler. Neticede nehirler, denizler, okyanuslar, toprak, atmosfer suya doyar. Yaşam belirir.
Mitosu eskimiş, unutulması gereken efsaneler olarak değil; düşüncenin, hayal gücünün, sezginin, kültürün, duyarlı canlıların sembolik dili olarak değerlendirmeli. Avrupa felsefe geleneğinin aksine Türk, Hint ve Orta Asya geleneklerinde mit, bilgelikten hiç kopmamış, mitostan ve logos ayrımı yapılmamıştır. Bu kültürlerde akıl, doğa ve sembol birbirine düşman olarak değil; gerçekleri anlama çabasının çeşitli alanları olarak bir arada işlenmiştir.
Aristoteles’ten Önce ve Avrupa Dışında Mantık Biliminin Gelişimi
Devam edecek…